23 Haziran 2016 Perşembe

Buz Mavisi


Sigarasından bir fırt daha çekti Casey yerde yatan cesede bakarken. "Bunu bir insan yapmış olamaz" diye geçirdi içinden. Olay yeri inceleme ekipleri maktülden kan ve tırnak lekesi örnekleri almakla meşguldu. Sarı şeritler çekilmiş, bahçenin tamamı ablukaya alınmıştı. Duvarları beyaza boyanmış, bahçesinde bir salıncak bulunan, havuzlu ve sakin bir yazlık villaydı burası. Kış ayı olmasına rağmen güneşli bir hava ve ağır nemle birlikte bunaltıcı bir atmosfer vardı. Casey o an hafif rüzgarla kıpırdayan sandalyeye dikkat kesildi. Sigarasını bir anda yere attı ve sandalyeye doğru yöneldi. Gördüğü şeyi gerçekten görmüş müydü yoksa iki gündür uyumadığı için beyni ona oyunlar mı oynuyordu ? İki gündür şahit olduğu beşinci ölümdü bu ve hemen hemen hepsi aynı şekilde öldürülmüştü. Boğazında bir yara izi ve kanı çekilmiş şekilde ölen insanlar. Yöntemin aynı olması can sıkmaya yetmezmiş gibi bir de seçilen kurbanların benzer özellikler taşıması daha da moral bozucuydu. Genelde yirmili yaşlarında, genç ve güzel kızlar öldürülüyordu. Sallanan sandalyenin köşesine eğildi ve gördüğü şeyin tam olarak aslında aradığı şey olduğu konusunda emin görünüyordu. Bir yüzük, eski ve küçük bir zümrüt taşı olan, gümüşten yapılmış. Nerden baksan 130 yıllık gözüken bu yüzüğün burada ne işi vardı. Sağ eline eldivenini taktı ve yüzüğü alarak şeffaf poşetin içine koydu.

"Teğmen Casey !" Arkasından seslenen olay yeri ekiplerinden memur Jordan'dı. "Burada sizi görmek isteyen bir hanımefendi var." Casey çömeldiği yerden hafifçe doğruldu ve arkasını döndü. Gördüğü sima yabancı gelmiyordu fakat bir anda kim olduğunu çıkaramadı. Karşısında duran kadına doğru yaklaşırken kadın çantasından bir kart çıkardı. " Adım Laura Grey, West Goshen gazetesinde çalışıyorum. Bu davaya özel bir ilgim var ve bu cinayetleri bir insanın işlemediğini düşünüyorum." Karşısındaki kadının kendinden emin ve hızlı girişi Casey'i etkilememişti. Baygın ve umursamaz gözlerle kadına baktı. "Hanımefendi, gazetecilerle röportaj yapmıyorum, şimdi müsaade ederseniz çalışmam gerekiyor." Aslında uyuması gerekiyordu ve bunun farkındaydı Casey. Fakat o an kadını başından savmak için başka bir şey gelmemişti aklına. "Memur Jordan !" diye seslendi, elindeki yüzük olan poşeti uzatırken, "bununla ilgili tahkikat istiyorum, ayrıca yıl taraması da yapılsın ve kime ait olduğunun bulunmasını istiyorum. Ve bu raporu iki saat içinde ofisimdeki masamda görmek istiyorum, anlaşıldı mı ?" Laura'nın peşinden geldiğini farketmesi uzun sürmedi, olay yerinden uzaklaşmaya çalışırken. "Teğmen Casey ! Lütfen dinler misiniz ? Sadece bir dakikanızı istiyorum sizden." Laura şansını zorlamaya niyetliydi. Bu olayların daha önce olan herhangi bir cinayetten tamamen farklı olduğunu biliyordu. Bunu teğmene de kanıtlamak ve olaya dahil olmak istiyordu. Her ne kadar bunun kaçırılmayacak bir haber olduğunu düşünse de geçmişinden gelen bazı cevapsız sorulara da bir yanıt bulmak hissiydi içini saran."Teğmen Casey !?" Casey, Laura'yı umursamadan yürümeye devam etti. Arabasının kapısını açarken "saçma sapan bir röportaj için o kadar vaktim yok" diye geçirdi içinden. "Bayan lütfen evinize dönün ve kendinize başka bir haber bulun." Casey net ve kesin konuşmuştu. Laura yapacak bir şeyi olmadığını anlamıştı. Fakat ikisi de biliyordu ki bu son görüşmeleri olmayacaktı.


"Bu yaptığı beşinci oldu, buna bir çare bulmalıyız ! Bu orospu çocuğu hepimizi tehlikeye sokuyor !" Mike çok sinirliydi. West Goshen küçük bir kasabaydı ve buradaki varlıkları ona göre Gauss yüzünden tehlikedeydi. "Bu piçi öldürücem !" Camdan dışarıyı seyrederken ağzından çıkan boş bir cümle gibi göründü. "Mike! Kendine gelir misin, düşünmeye çalışıyorum." Kate gruptaki daha sakin ve kafası çalışan kişiydi. Orta boylarda, kumral saçlı, çilleri olan fit yapıda güzel bir kadındı. "Düşünecek bir şey yok, Mike haklı, Gauss buradaki varlığımız tehdit ediyor ve derhal bunun çaresine bakmalıyız." diye lafa girdi Jason. Jason iri yapılı, hafif kırlaşmış saçlarıyla orta yaşlarının sonunda gözüken, nispeten daha olgun biriydi. "Kate bir ya da iki kişiden bahsetmiyoruz, beş kişi ve bu hükumetin dikkatini bu konuya çekmesine yetecek bir sayı!" O ana kadar sesi çıkmayan Gauss lafa girecek gibi oldu, fakat daha sonra bu kararının doğru bir hamle olmayacağını düşünerek vazgeçti. Gauss yirmili yaşlarında, uzun saçlı, zayıf ve yakışıklı denebilecek bir gençti. Ailesi Gauss ismini Carl Friedrich Gauss'a olan hayranlığından dolayı çocuklarına vermişti. Babası bir matematik profesörü, annesi ise saygın bir iş kadınıydı. Gauss Walmon, ailesini kaybetmeden önce geleceği parlak ve başarılı bir çocuk olarak görülüyordu. Arkadaşlarının ona taktığı lakap ise somon balığıydı. Bunun soyadı ile bağlantılı olması Gauss'un canını pek sıkmıyordu çünkü genelde içine kapanık ve fazla sosyal olmayan bir çocuktu. Çocukluk arkadaşı Sophie dışında pek arkadaşı olduğu da söylenemezdi. Tabi şimdi ailesinin de Sophie'nin de ölmüş olduğu gerçeğini gün be gün aklından çıkarmıyordu. "Biliyor musunuz ? Sanırım siz kafayı yemişsiniz. Tabi ki öldüreceğiz doğamız bu. Sırf keyfimiz kaçmasın diye doğamızı mı inkar edelim ?" Gauss belki de söyleyebileceği bu kadar cümle varken, kelime öbeklerinden dünyalar anlatılabilecekken seçebileceği en mantıksız kelimeleri seçmişti. Mike bir hışımla Gauss'un boynuna yapıştı. Kate ve Jason, Mike'ı durdurmaya çalışıyordu fakat Mike çok sinirli gözüküyordu. "Senin yüzünden her iki ayda bir şehir mi değiştiricez piç kurusu! Öldürmekmiş, sen öldürmek hakkında ne bilirsin ki, ama dur şimdi öğreneceksin!" Mike, Gauss'a indirdiği yumruklarla hıncını alıyormuş gibi görünse de Gauss'un yüzünde umursamaz bir tebessüm vardı ve bu Mike'ı olduğundan daha sinirli bir duruma getiriyordu. "Mike bırak çocuğu! Ne yapmaya çalıştığını sanıyosun! Bu kadar uğraşmamız gereken şey varken bir de birbirimizle mi uğraşacağız? Bırak dedim sana !" Kate, Mike'ın kolunu tuttu ve Mike'ı uzaklaştırdı. "Ehh ne haliniz varsa görün ben bu tiyatroya daha fazla seyirci kalmıyorum!" Mike bir hışımla evden çıktı ve gözden kayboldu. Kate ise içinden sadece "bir aptallık yapma sakın" diye geçiriyordu. Gauss'u karşısındaki koltuğa oturttu ve dudağının kenarındaki kanı sildi. Gauss, Kate'in ona neden bu kadar sevecen ve merhametli davrandığını anlamıyordu. Sonuçta buradaki varlıklarını tehlikeye sokmuştu ve bu yaptığı ilk değildi. Ayrıca Gauss ukala ve sorumsuzdu. Fakat Kate ona bir anne edasıyla yaklaşıp her defasında koruyordu. "Neden biz geyik ve sincaplarla idare ederken bunu yapmak zorundasın çocuk!?" Kate cevap almayı ummuyordu fakat Gauss koltukta doğruldu ve " Kate farkında değil misin, bizler vampiriz ve doğamız bu. Yaşamak için öldürmek zorundayız ve doğanın en tehlikeli yırtıcılarıyız. İnsan hayatı neden umrumuzda olsun ki, onlar bize yiyecek sağlayan kan torbalarından başka bir şey değiller !"


Devam edecek...


10 Haziran 2016 Cuma

Arkadaşlar Önemlidir

Merhabalar,

Geçenlerde yazdığım "Naber?" başlıklı yazının biraz erkeklere hitap eden bir yazı olduğuna kanaat getirmiştim ve yazının sonunda bunun hatun versiyonunu da bir arkadaşımdan yardım alarak yazacağımı belirtmiştim. "Naber?" başlıklı yazımı okumayan varsa -bence- kesinlikle okumalı. En azından ben her okuduğumda, ilk yazdığım kadar heyecanlı ve komik buluyorum. Neyse ne diyorduk, arkadaşımdan yardım alarak bir yazı kaleme aldım. Aslında arkadaşım kaleme aldı ve ben direk kopyala-yapıştır yapıyorum. (Sadece imla ve dil bilgisi düzenlemeleri yaparak). Aramızda yazar olup da hala "-de -da" ayırmayı bilmeyenler var. Yazık. Kıps  :D

Ve ayrıca elimde bulunan -kızların çocukluk ve ergenlik dönemlerinde yaşadığı zorluklar- temalı iki adet yazı var ve iki yazı da çok değer verdiğim iki insana ait. Bu yüzden iki yazıyı da art arda ve yazarlarını gizli tutarak yayınlıyorum. Okuyun canlar. Keyifli. En azından ben ikisini de okurken keyif aldım. Farklı tarzlar ve farklı bakış açısı. İki farklı baağyan arkadaş. İki farklı çocukluk ve ergenlik konsepti. Çok ilginçti gerçekten. İnsan hayret ediyor yauv. Bıyruunnnnn !



- Şimdi ilk yazı hakkında ön bilgi geçmek istiyorum. Yayınlarken haliyle tekrar okuyorum -ne büyük meziyet- ve şunu farkettim; bu yazı biraz "Ayten'in vücudu kan ağlıyor, Ayten'in vücudu alarım halinde, Ayten'in akciğerleri feveran halde" tarzı Şevket Hoca gibi anlatım olmuş. Değiştirmek istemiyorum nedense orjinalliği gider gibi bir düşüncem var. Neyse, bana bir künefe diyor Ayten üstüne de dondurma ! (ama onun ses tonu ve mimikleriyle). İyi okumalar. :D


Ah biz kadınlar!

Arkadaşım rica etti kıramadım, gerçi bu ara biraz gelgitliyim -anlarsınız- neyse; geçen hafta da öyleydim, muhtemelen önümüzdeki hafta da devam eder. Her ay üç hafta rahat bırakmıyor bizi şu meret(klişe), ne diyordum konumuza dönelim!


Konumuz klişeler;
Yazım için bir karakter gerekiyor adı da klişe olsun, Ayşe (Ayşeler kızmayınn). Ayşe'nin yaşamından kronolojik sırayla bahsedicem. Ayşe okula başladı, prenses gibiydi, hep prenses hikayeleri okudu, onlara benzetildi, onlara benzedi. Prensesin peşinde koştu Ali'ler, ata değil de Ayşe'ye baktılar. Sonra at benzetmesi ortaya çıktı, ilerde de ata benzetileceklerdi oraya da gelicez. Ayşe hep naz yapardı, aynı zamanda çalışkandı, iyi kalpliydi, örnek insandı, örnek bir kızdı. Hep bir örnek:) Ayşe ortaokula geldi, ergenliğin pençesi onu örnek alınan olmaktan alıkoyuyordu, oysa Ayşe hep iyi örnekti, birey olurken yaşadığı hırçınlık, asilik, baş kaldırma ona hiç yakışmadı, yakıştırılmadı. Sonra o da vazgeçti. Yine herkesin istediği Ayşe oldu; çalışkan, kibar, örnek:) Ali'ler peşinde koşmaya devam ediyordu ama Ayşe biraz çekingendi. Ona bu yaşta aşkın olmadığı öğretilmişti, o da öğretilene hep itaat ederdi, yüz vermezdi. Ayşe liseye başladı, artık etrafındakilerin farkına varıyordu; beğenilmek güzeldi. Ali Ayşe'ye çıkma teklifi etti, Ayşe kabul etti mutlu oldular. Sonra Ayşe kızlarla laflarken, -bir erkeği elinde tutmak- başlığı altında yapılması gerekenler maddelendi. Ayşe dehşete düşmüştü, çok saçmaydı işittikleri; Ali'yi kandırmaktan başka bir şey değildi fakat el mahkum, Ali'yi kaybetmeyi asla istemezdi, gereğini yaptı. İşe yarıyordu, kavga ettikten sonra barışıyorlardı, ne büyük mucizeydi. Demek bundan böyle sorun çıkarmalıydı, trip atmalı, kıskandırmalıydı, diğer kızlar gibi. Farklı olana kız gibi olmadığı için erkek Fatma deniyordu( Fatma'ları da bi gün anlatmak isterim:)). Ayşe seviyordu, gereğini yapıyordu, fakat sevgiye ikinci balyozu (aileden sonra) ÖSS vurdu, ayrıldılar. Ayşe başını kaldıramıyordu, ailesi nutuklar çekiyor, kızlarına yakıştırdıkları gösterişli hayatları, hayal gibi anlatıyordu. Ayşe nispeten ailesine de yaraşır bir okul kazandı, heyecanlıydı. Şehir dışında okumak, aileden uzak, özgür olmak daha önce bilmediği bir şeydi. Akşamları istediği konsere, sinemaya gidebilecekti. Ali'lerin kurduğu hayalden çok daha farklıydı. Bakalım üniversitede Ayşeyi neler bekliyor. Bunu da sayın yazar arkadaşım benden tekrar isterse paylaşıcam, umarım kendisi bu sefer bir haftalık dönemime denk getirir, aksi halde atarlanırım giderlenirim!
Sevgiler...
Misafir sanatçı





- Şimdi ikinci yazıyla ilgili bir ön yazı da yazmak istiyorum. Ya da vazgeçtim ne yazsam kurtulmaz bu yazı, bunu fark ettim şu anda. Allah sonumuzu hayır etsin. :D





Kızlar kızlar yüreğim sızlar..

Çocukluktan başlayan bir yürek titremesi, titretmesi durumu hakimdir. Hem kendileri hem de yakın çevreleri tarafından. Daha kaç bebeklikten gelen kendilerini belli etme durumları vardır. İlk başlarda ağlamaları, bağırmaları ile daha sonraları zırlamaları ve kelimeleriyle.

En çok da okulda teneffüs aralarında ip atlamaları, seksek oynamaları ve erkeklerin yorumuyla birbirlerini düşürmeleri, mızıkçılık yapmalarıyla bilinirler. Birbirlerini düşürme derken mecazi anlamda. Ayaklarına geçirdikleri dikdörtgen ya da kare ipin üzerine basmaya çalışmalar,ı içeriye girmeleri, seviye ilerledikçe ipin yukarıya çıkması ve oyunun zorlaşarak birbirlerini düşürmeleriyle bilinirler. Söylenen şarkıları şimdi tam olarak hatırlayamıyorum lakin bundan fazlasıyla zevk alırlar. İpi tutan kişi sıranın kendisine gelmesi için en küçük bir temas halinde "deydinki deydinki, yandın gördüm ben" şeklinde pöykürmesiyle bilinir. İtirazlar sonucu fayda vermez ve oyunu oynayanın bükük boynu ve asık suratıyla yer değiştirirler.

O sırada erkeklerin oynamaya çalıştığı futbol ya da basket oyunundaki top da illa ki bu kızlardan birinin başına gelir ve "napıyosun gerizekalı, biraz ötede oynayın" gibi nidalar yükselerek ortam kızışır. Teneffüs ziliyle herkes dağılır, ortam süt liman olur.

Kavgalar sınıflarda devam eder tabi. Erkekler konuşturur, kızlar bağıra bağıra konuşur. Zıpçıktı bir sınıf başkanı çıkar, öğretmene yaranmak için konuşanları ya da yaramazları tahtaya yazar. Ama faydasızdır, çarpılar giderek büyür. Sınıftan "bir çarpı da benim için koy" nidaları ve gülüşmeler yükselir. Tüm ses öğretmenin içeri adım atmasıyla yine kesilir.

Mahallelerde de durum pek değişmez. Laleli 1 laleli 2 hadi gir içeri şeklinde ip atlama seremonilerine kızlar tarafından devam edilirken, kan ter içerisinde kalan erkeklerin futbol merakı da tam gaz devam eder. Yeterli alan olmadığından bu ortamlar "ülüşülmek" zorundadır, yine bir kafaya top yeme hali ve yine bağrışlar. Çocuk hoşlandığı kıza özellikle mi o topu atmıştır yoksa gerçekten yanlışlıkla mı olmuştur bilinmez, ama daha sonraları aynı çekirdeği kapının önünde ya da mahallenin ûcra köşelerinde paylaştıkları görülür. Mahallede bir zıpçıktı bu durumu fark eder ve ' Ayşe Ahmeti seviyor, Ahmetl'e Ayşe çıkıyor' diye bağırmasıyla bir neslin sevmek eylemini tamamen farklı yorumlamasına yol açar. Birbirlerinden uzaklaşmalar, "salaksın kızım" gibi söylemler en çok konuşulanlar olmaya başlamıştır artık.

Bir de kızlar futbol oyunlarına alınmazlar, anca birinin kardeşi olursanız, o da fındık fıstık olarak yer alırlar. Ayağınıza hiç top değmese de deli gibi koşar kan ter içinde kalırsınız. Annelerin balkondan "Ahmet yine kan ter içinde kalmışın, gözün kör olmasın gel buraya" şeklinde bağırmaları, çocuğun itirazları sonucu ağlayarak eve dönmesi fakat daha sonra "hadi nerde kalmıştık" şeklinde, elinde salçalı ekmekle geri dönmeleri görülür.

Apartmanda oturan nevi şahsına münhasır teyzelerden biri de özellikle oyun oynayan kızlardan birini bakkala yollar, fazladan koyduğu sakız parası ile de güzide çocukları kandırır. Gidip gelme esnasında da ayrı mızıkçılıklar çıkmaz değil tabi.

Çocukluk sürecinin bitip ergenliğe giriş zamanlarında mahalledeki muhabbetler değişir, kendinden küçükleri korumak, onlara göz kulak olmak olarak yorumlansa da bir atraksiyon peşindedir herkes. Mahallede mutlaka çocuk kaçıran bir yaşlı seremonisi dönmeye başlar, eski bir ev üzerinden. Bunun peşine düşülür ve olay aydınlatılmaya çalışılır, herkes polistir çünkü. Bir de bu vakayı Hayriye'lerin parklardaki durumu da mevzu bahistir. Kitli olan tuvalette ceset vardır ve katil bekçidir, bütün gün bu olayı aydınlatmak üzere delirir çocuklar. Ah çocuklar ahh...

Birbirlerinden hoşlanan gençler, birbirine laf atıp çekirdek çitler, daha ilerisinde de parka giderler. 

Bir de ergen kızların en çok başına gelen olaylardan bir tanesi de. Ped krizleridir. En olmadık zamanlarda, herkesin içerisinde o pedin yere düşmesidir. O an yer yarılabilir, o kız içeri girebilir, kıpkırmızı olmuş suratına rağmen, o benim değil ki gibi davranmaya çalışabilir. Peki neden? Hepsi ergenlikten. Daha sonraları bu anı hatırlar ve sadece tebessüm eder. Lakin o zamanlar, erkeklerin bok yemesi, olası ihtimallerden en büyüğüdür. Çünkü "gördükki ahahahah, seninki, rezil, Ayşe adetlerine bağlıymış" gibi zevzeklikler hat safhadadır. Ağlayarak tuvalete koşmalar, kızların kulis yapması ve öç alma anını kollaması söz konusudur.

En küçük bir olay hemen kan davasına döner. İtişmeler, bağrışmalar. Ah gençlik ah...




8 Haziran 2016 Çarşamba

Have you ever really loved a woman ?


Merhaba sevgili blog okuyucularım,

Geçen gün a noktasından b noktasına ulaşmanın en kolay, rahat ve konforlu  yolu olan arabayla seyahat ederken çalan bu şarkının duygusal yoğunluğuna kapılmam, yanımdaki "artçı" tarafından radyonun değiştirilmesi suretiyle bir anda rock patlaması yaşamam ve bu sırada telefonuma mesaj gelerek direksiyon hakimiyetimin karşı şeride selam çakması dolayısıyla kısa çaplı bir şok ardından direksiyonu kırarak kendi şeridime geçmem neticesinde kaleme aldığım bu yazıyı aslında daha önce yazmak isterdim.

Her seferinde buralara daha çok uğramak istediğimi söyleyip ayda 4 yazı yayınlamak, sanırım insanın kendisiyle nasıl çeliştiğinin bir tezahürü. Ben istemez miyim sürekli komikli şeyler anlatayım, sizi güldüreyim, eğlendireyim; ya da değişik bilgiler vereyim, ne bileyim efendime söyleyeyim ufkunuzu açayım... Ama gel gör ki bendeki bu kuyruk acısı sendeki bu evlat acı... Yok len o başka bir şeydi. Heh işte dediğim gibi, aslında dememiş de olabilir tam bilmiyorum, birazcık yoğunum ve öyle her ota boka da yazmak istemiyorum, yazdıklarım kaliteli şeyler olsun istiyorum birazcık da bundan dolayı sanırım.

Ramazan ayına girdik bildiğiniz üzere. Bu sene de her sene olduğu gibi bazı malum şahıslar televizyona çıkıp; -halen- neyin orucu bozduğunu, neyin bozmadığını bilmeyen, counter strike'da terorist öldürdü diye cennette kendine köşk tapusu yapıp yapmadığını, Rust'da yakaladığı geyiği islami kurallara uygun kesmemesine rağmen yemenin caiz olup olmadığını, karısıyla gün içinde münasebet yaşamak isteyip de orucun buna engel olduğunu en azından öpüp öpemeyeceğini, epilasyona gitse orucunun bozulup bozulmayacağını soran bazı kesimlere cevap vererek, handrıd tavsınd dalırları götürecekler.

Aslında bu iş çok güzel he, valla bak. Cevapları zaten önceden bilinen, herkesin istese hemen ulaşacağı bilgilere sahip diye bir kişiye bu kadar para döküyorlar, anasının kuantum fiziğini, atomik kütle yapısını, tekstilin halat boyasını, yazılımın daniskasını bilen adamlar da ülkemde aç kalıyor.

Hayal satmak bu ülke için alışılmış bir olgu. Zamanında titanlar, saadet zincirleri şimdilerde megalar falanlar filanlar. Nerden buraya geldim, bu ülkede bilgi, eğitim, kültür, birikim para etmiyor. Aslında ediyor da hak ettiği değerde değil. Gelişmiş herhangi bir ülkede kazanacağı paralar ve hak edeceği hayat standartlarına rağmen güzel ülkemde... Amaan ne diyordum.

Heh ramazan geldi arkadaşlar size oruç bozmayan şeylerin tam listesini veriyorum ki yarın öbür gün millete o kadar paralar kazandıracağınıza elinizin altında bulunsun. Gerçi buraları okuyan kitlenin de "Hocam iftardan sonra ayıptır söylemesi elimle yaptığım bazı aktiviteler oldu, fakat sahura kalktığımda kolumu hissetmiyordum. Acaba bu yaradanın bana bir cezası, uyarısı olabilir mi?" diye sorup, aslında kolunun üzerine yattığını bilemeyecek kadar zeki! insanlar olmadığının farkındayım ama bulunsun işte.

Bu listeden önce şu özlü sözü de paylaşmak istiyorum;

"Vücuda giren orucu bozar, vücuttan çıkan abdesti bozar. Abdestsizler orucumuzu bozdular Abidinnn."

Tam liste:

1- Akşam ezanından sonra herhangi bir şey yiyip içmek
2- Sabah ezanından önce herhangi bir şey yiyip içmek
3- Akşam ezanından sonra yapılacak herhangi fiziksel aktivite
4- Sabah ezanından önce yapılacak herhangi fiziksel aktivite


Bitti.


9 Mayıs 2016 Pazartesi

Naber ?




Dünyanın türlü türlü halleri var. Mesela 12-13 yaşındayken bu mevsimlerde tek derdin; okulun bir an önce bitmesi ve dışarıya çıkıp, henüz olmaya başlamış erikleri, ağaç dallarına abanarak toplaman ve bir arkadaşının "şaka amaçlı" - eriğe dalan vaaaarr ! diye bağırarak bilimum olası bekçi, sahip, amca, teyze cümbür cemaat ortama çekmesiydi. Ya da mahalle maçı yaparken çok üstten vurup vurmadığını anlamak için kalecinin elini kaldırması ve o çok bilmiş tavrıyla -olum bak elim bu kadar yüksekte o yüzden üstten aut. demesiydi. Çünkü sen bilirdin ki o aşırtma golü Ali Sami Yen'de atsan taraftarlar karşısında efsane bir futbolcuya dönüşürdün. Kaldı ki seni en çok üzen ise bu üstten aut tezini savunan arkadaşının -Ali Sami Yen mi olum burası? savıdır muhtemelen. Tabi bunun, kafasına bilerek top atılan ve iki kızın bilek hizalarına gerdiği ipten saçma sapan ayak hareketleriyle bir şeyler mırıldanarak atlayan Ayşe'nin, o bilek hizasındaki ip kızların bel hizasına yavaşça çıkmasıyla, Ayşe'nin yanmasını sırf o topa bağlaması versiyonu da mevcuttur lügatımızda. Aslında Ayşe'nin yanmasının sebebi sırf o gerilmiş lastik ipin, ipi geren kızların bel hizasına çıkması ve çük kadar boyu olan Ayşe'nin o ip atlarken söylenen ritüelleri mırıldanırken ayaklarını o kadar yükseğe kaldıramaması yüzünden olmasına rağmen, Ayşe'nin hedefinde doğrudan -ondan hoşlandığını bilmeden- kafasına top atan Özgür vardır ve tepkisini -ya sen salak mısıaan, gidin başka yerde oynayıan biz sizi çekmek zorunda mıyız ? şeklinde dile getirir. Bunların ergenliğin zirve yaptığı 15-16 yaşlarında bir mahalle aşkı yaşaması muhtemeldir. Hatta mahallenin gizli-saklı ve romantik arka bahçelerini de yine bunlar bilirler.

Fakat 18 yaşında böyle midir ? Tabi ki değildir. Hayat daha zordur. Bu 18 yaş evresinde üç adet erkek tipi vardır. Bu üç tip o kadar birbirinden farklıdır ki hepsi birbirine benzer. Beyin yakan bir cümle oldu değil mi, ulan hem farklı diyor hem benzer diyor ne diyor bu hebelülehübe. Neyse efenim anlattıkça farkedeceksiniz farklılık ve bu farklılığın en büyük benzerlik olduğunu.

Bu ilk tip 18 yaş gencinin gittiği yol eskiden ÖSS dediğimiz, şimdi adının "binaenaleyh" gibi söylemesinin ve hatırlanmasının zor olduğu -belki de ben yaşlandığım için bana zor geliyordur- bir sınavı kazanmak uğraşıdır. Genç zihnimiz, akıl küpümüz, ergenliğinin zirvesinde ve hemen hemen sonlarında olan bir arkadaşımız olan bu sınav mağduru, hayatını bu sınavı kazanmaya odaklar, bunun için elinden gelen tüm çabasını verir, sivilcelenmek pahasına da olsa o odadan çıkmaz -şimdi sivilcelenmenin diğer sebeplerine girmeyelim heheh. Gerçi günümüz bilgi çağı, biri çıkıp ulan o kanıtlandı alakası bile yok der, nah yok. Nasıl bu kadar eminim, erkeğim olum biz de geçtik o yollardan :D- neyse efenim konuya dönelim, heh ne diyordum o odadan çıkmaz, peçete de yanındadır tabi bu anektodu kesinlikle düşmeliydim. :D  Tamamen mutfağa gitme sırasındaki vakit kaybını minimuma indirmek içindir o peçete lütfen yanlış anlamayalım. Ulan bu saçma muhabbet yüzünden konu da dağıldı neyse, odadan çıkmadığı için dış dünyayı pek bilmez, hayatı dershane, ev, etüt, ders arasında geçer ve eğer gerizekalı değilse üniversitede güzel bir bölüm de kazanır. Fakat dünyanın ve hayatın gerçekleriyle üniversitede karşılaşır ve uyum süreci biraz sancılıdır.

Diğer tip olan arkadaşımız nispeten biraz daha fırlama diye tabir ettiğimiz, genelde arkadaş çevresi çok olan, "kızlarla" muhabbeti iyi olan, dershaneye sırf ortam için giden ama kafası biraz çalıştığı için genelde fen edebiyat fakültesini kazanan -bu kazandığı bölüm kişinin zekası, çalışkanlığı ve temeline göre değişir- ya da dershaneye gitmemeyi seçip lise mezunu olarak hayatına devam eden ama yine de bir şekilde hayatını idame etttirebilen tiptir. Tabi 2 sene sonra gelecek olan askerlik belasını da bu arkadaşlar ilk olarak erteleyenler ve bu askerliğin farkına vardığında açık öğretime bir şekilde kapak atan tiplerdir. Mesele; soranlara üniversite okuyorum demek ve askerliği mümkün mertebe erteleyip, ortamlara akmaktır.

Son tipimiz ise sınavla falan işi olmayan, tek derdi serserilik ya da sokakta dayılık olan tip ile nispeten özgüvensiz, dershaneye gitmeyen, genelde okumak yerine çalışmayı tercih eden ya da bu duruma ailesi, çevresi tarafından zorlanan içine kapanık tiplerdir. Bunlar askerliğin ilk neferleridir. Bunlar arabalarına "vatan için gidiyorum anam için dönücem" ya da " baba ben vatan borcunu ödemeye gidiyorum sen de benim borçları bir zahmet ödeyiver" yazan ki bunlar en popülerleri, tiplerdir.

Şimdi gelelim bu üç tipin birleştiği noktaya. Evet tahminleriniz doğru çıktı arkadaşlar, şş size diyorum arka sıra dinle burayı heheh. Tabi ki bu birleşme kümesi, cümlenin öznesi, hücrenin dnası, sarkaçın kolu, soygazların bile en kararsız olanı hatta edebiyatta romantizm akımının doğmasına vesile olan "kızlardır". Bu üç tip için de kızlar bazen ulaşılmaz, bazen "ah be bir konuşabilsem", bazen de - o kızı sevmeyeceksin lan! dır. Bunu da çok severim;

"-bilader sen bi gelsene şöle.
-buyur ?
-sen merveyi seviyomuşsun ?
-evet.
-sen kimi seviyon lan !
-Merve'yi.
-sen benle taşşakmı geçiyon lan !
-yoo.
-mervenin peşini bırakcaksın.
-tamam "

Merve'yi seven genelde biraz çelimsiz, popüler ve dayak yemekten korkan tiptir. Diğerini de tahmin ediyorsunuz zaten, "yaşamak bu değil kaderimse çekerim" tipi. Bu yüzden dayak olmadan önce muhtemelen konuşma bu şekilde gerçekleşir. Ya da 3-4 kişinin bu Merve'yi seven tipi dövdüğü görülme olasılığı çok yüksektir. Velhasıl-ı kelam bu Merve'yi seven iki tipten, nispeten serseri olan daha avantajlı çıkar. He eğer denk iki gücün kapışması varsa Merve uğruna, bu denk iki gücün kapışması o anda kalabalık olan tarafın kazanmasıyla, daha sonra dayak yiyen tarafın kalabalık bir şekilde, dayak atan tarafı tek tek yakalayıp dayak atmasıyla, sonra bunların toplaşıp tekrar mahalle kavgasına girmesiyle devam eden bir süreç gelişir. Şuraya bak bildiğin Davos süreci hehehe. "Vanminüt vanminüt vurmayın lan allahsızlaaaar." :D

Tabi bütün bunlardan Merve'nin haberi var mıdır ? Bazen. Ve özellikle bu durum Merve'nin hoşuna gitmektedir. Çünkü yıllardır onun için değil erkek kardeşi için hep çevresi, ailesi bir şeyler yapmıştır. Erkek kardeşidir özne. Ve fakat şimdi Merve'dir işte özne. Şimdi Merve için kavgalar olmaktadır, Merve için birbirine giren tipler vardır. Merve'yi seviyodur bunlar. Sonra aradan biri çıkar, biraz daha popüler olan ve nispeten yakışıklı ergen. Ve bu kadar hır gürün arasında Merve'yi kapan da bu elemandır işte. Bu çocuk da Davos'taki İsrail. Kimse sevmez ama kimse de dokunamaz nedense heheh. Ben hemen açıklayayım; çünkü bu çocuğun şeytan tüyünden dolayı mahallenin belalı abileri bunu sevmektedir. Ellerinde büyümüştür bu çocuk onların. Bu yüzden de kimse dokunamaz. Çıkış kapısı da "yeğenim sana dokunan olursa beni bul" diyen hayat üniversitesi mezunu, belki içeri girip çıkmış, zamanında yemediği bok kalmamış ama sonra kendi kendine tövbe etmiş, tek serseriliği sokakta bira içip mahalle çocuklarına hikayeler anlatmak olan bu abimizdir. Mahalle çocukları ve gençleri tarafından saygıda kusur edilmeyecek şekilde, tıpkı Davos'tan memleketine dönmüş başbakan edasıyla karşılanıyordur mahallede. Alayına posta koyar onların gözünde bu abimiz.

Şimdi gel gelelim bu 18'li yaşlarındaki tiplerimizin tek derdi de aslında kızlardır. Tabii olum büyük resmi gör. Sen Türkiye'sin büyük düşün ! :d  Genelde odak nokta kızlardır ve yapılan her şey, çekilen her cefa, katlanılan her zorluk bu kız güruhunun aklını çelmek için yapılan birer stratejidir aslında.

Bu yazının ana fikri ise doğrudan şudur :

"Kurban olam size ey komutanlar, kızları da alın artık askere."

Bir sonraki yazımda bu evreleri yaşamış bir arkadaşımın da yardımıyla, kızların 18'li yaşlarına değineceğim. Zira biz de zamanında çok peşlerinden koştuğumuz için gözlemleme fırsatımız olmadı. :d

Esen kalın sevgilim blog okurlarım.

Saygılar,

8 Nisan 2016 Cuma

Evren Haritası



Merhabalar, 
Bugün ilgimi çeken bir makale ile karşılaştım. Pablo Carlos Budassi isimli bir sanatçının bugüne kadar NASA tarafından çekilmiş, evrenin tüm fotoğraflarının bir araya getirilmesiyle çizmiş olduğu ilk evren haritası üzerine bir makale. Küçüklüğümden beri uzaya ve astronomiye ilgi duymamdan ötürü, sonsuz bilinmezliğin cazibesi ve keşfedilme arzusu hep ilgimi çekmiştir. Uzay ve astronomiyle ilgileniyorsanız bu makale sizin de ilginizi çekecektir. Keyifli okumalar sevgilim blog okurlarım. 








"Günün birinde Evren’in  uzak köşelerine turistik amaçlarla gidebilmek mümkün hale gelirse yanımıza almamız gereken bir şey var: harita. Pablo Carlos Budassi isminde bir sanatçı NASA teleskoplarının ve diğer uzay araçlarının çekmiş olduğu fotoğrafları bir araya getirerek tüm Evren’i tek bir görsele sığdırabilmeyi başardı.

Budassi’nin oluşturmuş olduğu Evren haritası alışageldiğimiz Dünya haritalarından oldukça farklı. Öyle de olması gerekiyor çünkü tek kelimeyle ‘Evren’ deyip geçtiğimiz devasa hacmin içerisinde 400 milyardan fazla galaksi ve 300 sextilyon (3 × 1023) kadar yıldız olduğu tahmin ediliyor. Böylesine muazzam bir büyüklüğün haritasını çizebilmek için farklı bir harita tekniği kullanmak kaçınılmaz. Budassi’de Evren haritasını logaritmik harita tekniğini kullanarak oluşturmuş.
Bilindiği gibi her harita belli bir ölçekte çizilir. Ölçek, haritalandırılan bölgenin harita üzerinde hangi oranda küçültüldüğünün bir ifadesidir. 1/2 ölçekli bir haritada resmedilmiş bölgenin gerçeğin yarısı kadar küçültülerek çizildiği anlaşılır. Logaritmik haritalarda ise daha farklı olarak sabit bir ölçekten bahsedilemez. Bu haritalarda ölçek merkezden dışa doğru azalır. Bu da haritanın merkezindeki objelerin daha büyük ölçekli yani daha detaylı çizildiği anlamına gelir. Devasa alanların çiziminde logaritmik haritalandırma tekniği tercih edilir.
Budassi’nin evren haritası tahmin edebileceğiniz gibi merkezine Güneş’i alıyor. Onun çevresinde Dünya’mızla birlikte Güneş Sistemi’nin diğer gezegenleri sıralanmış. Harita üzerinde Mars ve Jupiter arasında kalan Asteroit Kuşağı ve Güneş Sisteminin etrafını saran bir kuyruklu yıldız kümesi olan Oort bulutu da yer alıyor.
Harita merkezinden uzaklaştıkça Samanyolu Galaksisi’nin sahip olduğu diğer yıldızlara ve daha da ötede başta bize en yakın galaksi olan Andromeda olmak üzere diğer galaksilere yer verilmiş. Ölçeğin giderek büyümesiyle en dışta kalan galaksileri karmaşık kozmik ağın birer parçası olarak ışıldayan iplikçikler halinde görüyoruz. Bu ışıldayan şeritleri saran ilk halka evrenin en erken elektromanyetik ışıması olan kozmik mikrodalga arkaplan ışıması. En dıştaki bütün haritayı çevreleyen gri halka ise kuark – gluon plazması. Kuark - gluon plazması, evreni Büyük Patlamadan sonraki ilk birkaç mikrosaniyede tümüyle dolduran bir parçacık çorbası olarak düşünülebilir.
Budassi’nin oluşturduğu harita bilinen tüm Evren’i tek bir görsele sığdırmayı başarabildiğinden hem bilimsel hem de sanatsal açıdan önemli bir çalışma olarak görülüyor. Gelecekte gerçekleşmesi olası olan turistik uzay gezilerinde yanımızda götürmemiz gereken Evren haritasının ilk taslağı da böylelikle oluşturulmuş oluyor."
Kaynak : Levent Özkarayel
http://www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/fizikuzay/tum-evrenin-haritasi-tek-bir-gorselde
Kaynaklar:
  1. Science Alert - http://www.sciencealert.com/this-is-what-the-entire-universe-looks-like-in-a-single-image
  2. Science.Mic - http://mic.com/articles/131680/pablo-carlos-budassi-has-created-an-image-of-the-entire-universe-and-it-s-amazing#.ZaVOUZWVK

6 Nisan 2016 Çarşamba

Panama Belgeleri mi o neymiş ki ?




Aslında uzun uzun yazmak istediğim bir konu, şu son zamanlarda sosyal mecralarda ve haberlerde pelesenk olmuş mesele Panama Papers tabiri caizse panama kağıtları.

Şimdi dilim döndüğünce ve anladığımca sizlere anlatmaya çalışacağım sevgilim okurlarım. Offshore bankacılık diye bir sistem var. Biz buna kıyı bankacılığı diyoruz. İşte dünyadaki Singapur, Panama gibi sikindirik yasal sistemlere ve vergi sorumluluklarına sahip ülkeler, kara para aklamak isteyen zenginlerce ve “hırsız”larca, paravan olarak kullanılıyor. Şöyle ki, senin şirketin veya şahsın yılda atıyorum 100 milyon dolar kar ediyor ve bunun vergi yükü sana %30 yani 30 milyon dolar. Sen bu offshore bankacılık yapan ülkelerde paravan bir şirket kuruyorsun ve yıllık gelirinin vermen gereken vergisini, bu ülkede harcama yapıyormuş gibi o şirkete aktarıyorsun. Tabi bu ülkedeki vergi yükleri çok düşük olduğu için 30 milyonun %10’unu yani 3 milyonu vergi olarak veriyorsun ve aradaki 27 milyon dolar senin cebine kalıyor. Kısaca sistem bu şekilde işliyor.

Neyse, şimdi Panama’da bulunan Mossack Fonseca diye bir hukuk firmasının belgeleri sızdırıldı. 11 milyon tane belge olduğu söyleniyor ve tamamı henüz yayın organlarında yayınlanmadı. Fakat Mayıs ayında bunların yayınlanacağı söyleniyor. Listede kimler yok ki, Arap Şeyhleri, Ortadoğu ve Afrika emirleri, başkanları, kralları. Putin ve Messi artı Messi’nin babası. Bu kişilerin kara para akladıkları, vergi kaçırdıkları belgelenerek medyaya sızdırıldı. Zaten aşikar olan bir şey ispatlanmış oldu bu kısım çok da önemli değil. Asıl önemli olan kimler bu işten ekmek yiyecek ve kimlerin canı yanacak. Yani bu olay kimlere hizmet ediyor.

Bizim milletimizin aklındaysa malum soru şu: Malum kişinin ve çevresindekilerin ismi çıkacak mı ?
Yahu arkadaşım 17 Aralık dediğimiz bir süreç geçirdik biz. Ses kayıtları, paralar, şahıslar, şahitler hepsi alenen önümüzdeydi ve bu halk ona bile inanmadı. Yahu bizim halk resmi gazeteye inanma diyen bir zat’a sahip geçen gün izledim videoda. Malum kişi veya kişiler çıksa ne olacak ki ? Ne bekliyorsun.

Ayrıca bu olay bence daha büyük küresel bir dalgalanma. Yani dünyanın en zengin ailelerinin adlarının geçmemesi bu olayda (ki Mayıs’ı bekliyoruz daha ama), bende işin içinde iş varmış gibi bir izlenim yaratıyor. Yani neden bu adamlar en çok Putin’e yükleniyor medya yoluyla ? Ya da neden sadece Ortadoğu ve Afrika yöneticileri. Araya bir kaç tane Arjantin, Kanada falan sıkıştırmışlar, acaba gözdağı mı diye düşünüyorum.

Neyse yine fazlaca tespit ve komplo teorisini ortama saldığımıza göre günlük misyonumuzu tamamlamış bulunuyoruz hehe. Ama gerçekten bu konu üzerine detaylı bir yazı da yazmak istiyorum. Şimdilik gözlemlediklerim bunlar. Ve şunu bil sevgilim okurum, bu işin içinde muhakkak bir iş var ve bize bilmemiz gereken kadarını gösteriyorlar.

Esen kalın, dünyaya akılla bakın !



Zaten Aşklar Hep Yalan Dolan

Ooy oy,

Dinlenemiyorum sevgilim okurlarım. Dinlenmek istiyorum ama dinlenemiyorum. Aslında bir kaç cümle de olsa bir şeyler karalamak istiyorum buralara her gün ama yoğunluktan fırsat bulamıyorum. O kadar; ekonomik özgürlük, hayaller, mutluluk falan dedim dedim ama eşşek gibi de çalışıyorum hehe.
Ancak dediğim gibi benim bir hayalim ve amacım var. O amacıma ulaşana kadar bu aptal sisteme tahammül etmek, onun kölesiymiş gibi davranmak ve uygun bir anda yumruğu indirmek için soteye yattım. Polat Alemdar misali yediğim onca darbeye, açlığa, güçsüzlüğe rağmen tek bir bilek hareketiyle alayının anasını ağlatıp bu bohemden çıkıcam.

Bu aralar havalar çok güzel, eskiden olsa motosikletime atlayıp bir yerlere giderdim. Kaybedenler Kulübündeki Kaan misali motora atlayıp sikimsonik fotoğraflar çekip, millete cool görünmek varken; ben ofiste oturmuş 15-20 dakikalik boşluğumda buraya yazıyorum. Onu da hiç anlayamıyorum anasını satayım, bir kaç kişi var meşhur mecrada takip ettiğim ki öyle çok da girmem o mecralara biraz pasif sosyal medya kullanıcısıyım ( o da nasıl bir tabirse heheh ), adamın anlamadığım şekilde maddi bir geliri mi var yoksa bir işte çalışıp mı o kadar gezip o fotoğrafları çekiyor, bırak çekmeyi üstüne bir de sosyal medyada paylaşıyor. İşte bunu aklım almıyor sevgilim okurlarım.

Hiçbir iş yapmayıp, maddi olarak külfet olan bir şeyleri yapan ve bunları hiçbir iş yapmadığı için zamanı olup sosyal medyada duyuran, paylaşan; hayatını sosyal medyada yaşayan bir güruh var bu memlekette. Hepsi son model arabalara biniyor, son model telefonları kullanıyor, son model yemekler yiyor. Tabi son model, senin gibi az kuru az pilav mı yiyecekti pis fakir hehe. Sağolsunlar gerekli mecralarda o kadar çok yemek görüyoruz ki artık –aa bir de dudak büzmüş hatun kişisi- yemiş kadar olduk tabirini canlı yayın yaşıyoruz. Paylaşılan yerler, yemekler, ortamlar falan da janti hani, kızlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bir de sadece arabasını paylaşan, sanki hayat amacı para yemekmiş gibi davranan tipler var. Bunları dudak büzen kızlarla evlendirip farklı bir ülkeye mülteci olarak gönderelim bence hehe. Arap ülkelerine gönderirsek bence iş yapar. Düşünsenize sevgili okurlar, adamlar hayatında dudak büzen kız görmemiş, kafede otururken kızın fotoğraf çekmek için girdiği şekli görüyor ve hemen yanında masadaki bir şeylerin fotoğrafını çeken bir tip var. Adam yemin ediyorum petrol, doğalgaz, şeyh falan dinlemez terk-i diyar eyler o ülkeyi. Gerçi şimdi düşününce, bize kaçmasın sakın bu sistem de. Gerçi öyle de böyle de Arap'lar cirit atıyor zaten güzel ülkemde.

Ben en çok da Antalya gençliğine üzülüyorum. Bir zamanlar sarışın, uzun boylu, çilli, efendime söyleyeyim İngiliz'i, Alman'ı, Rus'u gelirken, şimdi garibim çarşaflı, haşemalı tipler görüyor. Hadi 90'lar kuşağı bu bir zamanların turizm patlamasının kaymağını yedi de, garibim 2000 doğumlular ne yapsın. Adam 16 yaşında, sağda solda duyduğu dedikodularla Antalya'ya gidiyor. Bir bakıyor ki, ulan burası bildiğin Erdek. Tek farkı 65 yaşında emekli olmuş teyze yerine, 35 yaşında hayattan emekli olmuş teyze var hehehe. Yazık. Zaten 2000 doğumlulara tümden yazık. Milenyum çocuğu dediler dediler, ülkede bir beklenti yarattılar. 2binli deyince de bir garip oluyor sigara markası gibi. Kardeşlerim üstlerine alınmasınlar, hepsi çok zeki, cin gibi çocuklar. Bir kaç tane şahit olduğum var mesela, adam bizim milli oyunlarımızdan biri olan inşaattan kuma atlama olayına şöyle bakıyor: "ben atlamam abi ordan ya kafamın üstüne düşersem?". İşte yeni nesil kafasına önem veriyor takdir edilesi. Biz az mı düştük kafamızın üstüne, inşaatın ikinci katından kuma atlarken heheh.


Neyse sevgilim blog okurlarım. Yine tespitlerin adını koydum, bugün de bir iş arkadaşımın doğum günüymüş zaten, insanlar ne kadar samimiyetsiz görünebilir konusunu işleyeceğiz bir sonraki yazıda hehe.


Görüşmek üzere, esen kalın.



1 Nisan 2016 Cuma

Günümüz Dünyası ve İkili ilişkiler

Merhabalar,

Günümüz dünyasında insanlar, tamamen çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş olan "arkadaşlık" kavramından nasibini almamış görünüyor. Artık birisine karşı safi iyi davranırsanız, karşınızdaki insanların yüzde 80'i "bu bana iyi davranıyor muhtemelen benden bir çıkarı var" diye düşünüp, temkinli yaklaşıyor. Günümüzde insanlara karşı iyi davranmak sanki suçmuş, kötü bir şeymiş gibi bir izlenim oluşturuluyor.

Muhtemelen sizler de şahit olmuşsunuzdur. İş yerinizde ya da okul çevrenizde, birisine safça bir iyilik yaptığınızda tepkisi genelde soğuk olur. Üniversite öğrencisisiniz ve notlarınızı her isteyene sorgusuz sualsiz veriyorsunuz. Kimin ihtiyacı olsa o an -aman benden yüksek almasın, ben derslere girdim o kadar not tuttum niye vericekmişim ki- diye düşünmeden notlarınızı paylaşıyorsunuz.
Peki sizin bir dersin notuna ihtiyacınız olduğunda, aynı kişiden veya bir başkasından, not istediğinizde aldığınız tepki ne oluyor, bir düşünün isterseniz ?

Aynı şekilde iş hayatında da, bir yere evrak teslim etmeniz gerekiyor ve o an hiç gocunmadan ve tamamen içinizden gelerek, başkasının masasında duran ve aynı yere gitmesi gereken evrakları isterse götürebileceğinizi tüm iyi niyetinizle söylüyorsunuz. Peki sonra ne oluyor ? Aynı kişi veya kişiler size, artık o evrakları götürmek sizin işinizmiş gibi, ki o kişilerle belki de aynı pozisyonda bulunmanıza rağmen, sürekli "şu evrakları götürür müsün rica etsem? Gidiyorsan benimkileri de alır mısın ?" gibi bir ego üstünlüğü gösteriyorlar, iş yaptırma güçleri varmış gibi kendilerini yüceltiyorlar, bir nevi sizden faydalanmaya çalışıyorlar.

Toplumumuzun kanayan yarası olmuş bir durumdan bahsetmek ve bunu okuyan her kesimden insanın "aa evet gerçekten de böyle" , " aa hakikaten insanlar neden böyle, bu kadar yüzsüz ve çıkarcı" diye düşünmesi aslında sorunun tam olarak bizde olduğunun kanıtıdır. Zira bunu okuyan büyük kesim bu söylenenlere hak verip ve fakat kendisini çemberin dışında tutuyorsa, öncelikli olarak bir ayna tutmak olmalı amacımız. Öncelikle kendimizi düzeltmeliyiz ki daha sonra ailemiz düzelsin, sonra çevremiz, sonra şehrimiz ve sonra ülkemiz. Hatta gücümüzün farkında olursa tüm dünya değişir.

Benim bir amacım var, ben dünyayı değiştirmek istiyorum. Memleketimi değiştirmek istiyorum. Ama değişimin kendimden başladığının farkındayım. İnsanımızın potansiyelinin farkındayım. Dünyanın bir çok yerini gördüm ve fakat bizim insanımız kadar temiz, saf, iyi niyetli ve çalışkanını görmedim.
Belirli güçlere maşa olmuş insanların, benim memleketlimi, benim kanımı-kardeşimi, çiftçimi, işçimi sömürmesine artık tahammül edemiyorum. Ortada düzeltilmesi gereken bir sosyal davranış durumu var ve bunu düzeltmek istiyorum. Herkes sabah 6 da kalkıp işe giderken, evinin önünü süpüren çöpçüye, çalıştığı iş yerindeki yerleri silen teyzeye, çayları getiren ablaya, kahvede oturan amcaya ufak bir günaydın demekle, kolay gelsin temennisinde bulunmakla ne "seniorluğundan" bir şey kaybeder ne de saygınlığından. Aksine o insanların güne güzel başladığını ve kendisinin de mutluluğunu fark eder. O zaman ilk değişimimiz, insanlardan karşılık beklemeden insanlara gülümsemek olsun. Mümkünse sabah bir günaydın, öğlen bir iyi günler ya da akşam bir iyi akşamlar demek başlangıcımız olsun.


Bu hayatta mutlu olmak o kadar kolay ki, mesele mutlu olmayı bilmekte ve istemekte. Mutluluğun formülünü öğrenmek istemez misiniz ?



Esenlikle kalın.


Emeklilik ve Ekonomik Özgürlük

Merhabalar,

Kader dediğimiz olgu alnımıza yazılan bir hayattan mı ibarettir ? Yaşayacaklarımız önceden belli midir ? İstesek de istemesek de yaşadığımız hayatı, gerçekten yaşamak zorunda mıyız ? Sabah kalk, işe git, akşam olsun işten dön, televizyon izle, uyu; sabah kalk, işe git... Bu kısır döngü ve tekdüzelik nereye kadar gider ? Emekliliğe kadar mı ? Yoksa ekonomik özgürlüğü kazanana kadar mı ? Ekonomik özgürlük değimiz olgu nedir; öncelikle bundan bahsetmek istiyorum biraz. Ne kadar birikim yaparsak biz ekonomik olarak özgür oluruz ya da paramızı nasıl değerlendirirsek ekonomik olarak özgürlüğe kavuşuruz. 

Çağımızın en büyük sorunu olan para ve onu kazanması. Sosyal medyada gördüğümüz hayatlar, lüks ve para içinde yaşayan ve bunu gösterme çabasında olan insanlar, yediğini-içtiğini paylaşma yarışına girip, gittiği mekanla övünen toplum ve bunları görüp bir yanda "vay anasını ya millet ne hayat yaşıyor be paranın da sizin de adınıza koyayım" deyip kaderine küfredenler, diğer yanda ise sırf onlar gibi yaşayabilmek ve onların lüksüne sahip olabilmek için "para gelsin de nasıl geldiği önemli değil" minvalinde her türlü pisliği yapabilecek kapasitedekiler. 

Ekonomik özgürlük kazanabilmek en iyi ihtimalle düşündüğümüzde "emeklilik" mefhumu ile anlatılan ve açığa çıkan bir durumu simgeliyor. Yani gençliğimde çalışırım, yaşım gelince emekli olurum ve oh rahatlarım. Çok değil sizi 15-16 sene önceye götürüyorum. Ortaokul öğrencisiniz ve amacınız; "şu fen lisesine bir gideyim, oh rahatım". Liseyi kazandınız yeni amacınız; "Şu üniversiteyi bir kazanayım, oh rahatım". ( Ki lisedeki çoğu hocamız da bizde bu algıyı daha en baştan oluşturur, üniversiteyi kazanın rahatsınız algısı ). Üniversiteyi kazanınca ne oluyor; "şu okul bitsin, vize-finalleri vereyim, oh rahatım". Sonra iş bulayım rahatım, emekli olayım rahatım, öleyim rahatım. 

Rahat değilsin arkadaşım. Ben sana söylüyorum sen kendini rahat ettirmedikçe rahat değilsin. Çünkü sistem senin rahat etmen üzerine değil, senden nasıl faydalanırım üzerine kurulu bir sistem. Ve senin etini, sütünü, budunu, kanını sömürdükten sonra seni bir kenara çöp gibi atıyor ve ölümü bekle diyor. Peki senin hayallerin yok mu ? Gelecekle ilgili planların ? Mutlu olmak hakkın değil mi ?

Peki size yarın öleceğinizi söylesem, bugün yaptığınızın aynısını mı yapardınız ? Ya da günümüz çağında para biriktirmeye çalışarak veya ekonomik özgürlüğümüzü kazanmak için yaptığımız uğraşlarla, ekonomik özgürlük kazanmanın imkansız olduğunu söylersem hala emekliliğin, çok para kazanmaya çalışmanın ya da lüksün her şey olduğunu mu diretirsiniz, bunun için var gücünüzle uğraşır mısınız? 

İnsanın en büyük nimeti ne zaman öleceğini bilmemesidir. Bu yüzden hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, çalışır, didinir, gençliğini ve zamanını ve hatta sağlığını geleceği için sattığını düşünür. Geleceğinde ise pişmanlıkları, keşkeleri ve hayalleri ile mutsuzluğa sürüklenir. Sizin bir hayaliniz yok mu ? Hayalleriniz gerçekleştirebilecek gençliğe, güce, öz güvene, hırsa ve inanca sahipsiniz. Tek eksiğiniz para mı ? Çocukken paranız var mıydı... ?


Bu hayatta mutlu olmak kolaydır, yeter ki mutlu olmayı iste.